Bana mı sordu yaratırken?
Abdussamet Öztan
-Bana mı sordu yaratırken? (#sıradışı)
Merhabalar değerli dostlar. Bu haftaki yazımda, duysak cevabını hepimizin merakla öğrenmek isteyeceği bir soruyu ele alalım istedim. Öyle bir soru ki bu, cevabı bulunamadığı taktirde insanın dünyasını zindan eden bir soru. Diyorlar ki: "Allah, bana mı sordu beni yaratırken?" Bunun cevabını iki başlık altında irdelemek istiyorum sizlerle. Bunlardan birincisi; uluhiyet ve intizam yönü, ikincisi ise; malikiyet ve irade yönü.
BİRİNCİSİ; Uluhiyet ve intizam yönü: "Bana neden sormadın, bana sorsaydın, bana mı sordun?" gibi soru kalıplarını; bazen biz insanların genelde ortaklıklarımız içerisindeki istemediğimiz bir sonuçla neticelenen olaylarla alakalı, memnuniyetsizliğimizi ifade etmek için... Bazen, bize danışarak gerçekleştirilmesi gerekirken aksine danışılmadan gerçekleştirilen bir fiil sebebiyle, ekip arkadaşlarımıza yönelik... Bazen de, hayatta aldığı kararlarda hiç kimsenin fikrine danışmayıp ve elde ettiği olumsuz neticeler üzerine bize gelen kimselere "bana danışman gerekirdi" manasında, o konulardaki üstünlük ve bilgeliğimizi bildirmek maksadıyla kullanırız. Yani kullanım alanı bayağı geniştir bizde. ;) Üstelik "sorma, danışma, istişare etme ve görüş alma gerekliliğini" ifade eden bu soru cümleleri, takdir edersiniz ki bizim dengimiz ve hemcinsimiz olanlarla, yani insanlarla aramızdaki herhangi bir işin beklenilmedik sonuçlar doğurmasından dolayı sarf ederiz sosyal hayatta. Değil mi?
Özetle; bu gibi sorular, biz mahluk ve mahluklar arasındaki ilişkilerde sarf edilmesi normaldir ve olması gerekendir. Ama mesele ilah ile mahluk, yani yaratıcı ile yaratılan arasındaki ilişkilere geldiğinde, durum farklılaşır. Çünkü uluhiyet dediğimiz, yani insan ötesi ve fizik ötesi bir varlıktan bahsediyoruz bu durumda, hemcinsimiz olan insanlardan bahsetmiyoruz değil mi? İşte bu noktada; bizim sarraf terazisi gibi hassas şeyleri tartabilme özelliği olan, ama buna karşın kömür gibi tonlarca ağırlığı tartmaya kalksa altında kalıp ezilebilecek mahiyette olan akıl terazimiz ile, bu sorma fiilini bir yaratıcının bir insana sorması şeklinde beklememiz demek; dolaylı olarak şu sonucu kaçınılmaz hale getiriyor: Her sorulan veya sorulacak potansiyel insanın kainattaki yaratma, idare ve devam ettirme gibi fiillerde küçük/büyük, az/çok bir şekilde onun da ORTAK OLMASI gerekliliğini ortaya koyar. Eğer böyle bir ortaklığın ufacık bir emaresi olsaydı, elbette ki büyük bir insan olan kainatta ve küçük bir kainat olan insanda her an gerçekleşen intizamdan söz etmemiz münkün olur muydu? Elbette olmazdı. Çünkü intizamlı bir fiil, bir fâili gerektirir. İşte insan, bu ULUHİYET ve İNTİZAM hususunun farkında olamadığı için, NEDEN bana sorulmadı diye düşünebiliyor. Hülasa; böyle bir sorunun sorulması için; öncelikle her an devam eden yaratımlarda bir eksiklik ve kusur mevcut olması gerekir ki, eksiklik giderilebilsin. Sorulabilmesi için ise; muhataplar arasında bir denklik lazım gelir. Sorulması halinde ise; insanların kainattaki yaratımlarda birer yaratıcı olarak ortak olması gerekir ki, bunun da çok başlılığı ve intizamsızlığı doğurması kaçınılmaz demektir.
İKİNCİSİ; Malikiyet ve irade yönü: Genelde bu soruyu soran kardeşlerimiz, başkalarına nispetle hayata 1-0 geride başladığını düşünen insanlardır. Malum ya, hayatta çoğu zaman elimizde olmayan bazı maddi, bedeni, kabiliyetsel vb. imkansızlık ve eksiklik gördüklerimiz, böyle düşündürebiliyor bizlere. İki örnek hikaye ile bu konuyu daha da anlaşılır hale getireceğiz inşaallah.
Birinci hikaye: Gayet zengin, nihayet derecede sanatkâr ve çok sanatlarda mahir bir zât düşünelim. Bu zat, "Âsâr-ı san'atını, hem kıymetdar servetini göstermek için âdi bir miskin adamı, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil bir saatte o yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler verir, tebdil eder. Hem her nevi san'atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır." Acaba şu vaziyetteki bir adam "Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun" demeğe hak kazanabilir mi? "Merhametsizlik, insafsızlık ettin" diyebilir mi? Aynen öyle de Rabbimiz bize göz, kulak, akıl, kalb gibi havas ve letaif ile murassa' olarak giydirdiği vücud gömleğini esma-i hüsnasının nakışlarını göstermek için çok hâlât içinde bizi çevirir, çok vaziyetlerde değiştirir. (1)
İkinci hikaye: Yine zengin bir zât düşünelim. Birisini bir minarenin başına çıkarıyor. Minarenin her basamağında ayrı ayrı birer ihsan, birer hediye veriyor. Tam minarenin başında da, en büyük bir hediyeyi veriyor. O binler çeşit hediyelere karşı ondan teşekkür ve minnettarlık istediği halde; o hırçın adam, bütün o basamaklarda gördüğü hediyeleri unutup veyahut hiçe sayıp şükretmeyerek yukarıya bakar. "Keşke bu minare daha uzun olsaydı, daha yukarıya çıksaydım, ne için o dağ gibi veyahut öteki minare gibi çok yüksek değil?" deyip şekvaya başlarsa, ne kadar bir küfran-ı nimettir, bir haksızlıktır. Aynen öyle de: "Bir insan hiçlikten vücuda gelip, taş olmayarak, ağaç olmayıp, hayvan kalmayarak, insan olup, müslüman olarak, çok zaman sıhhat ve âfiyet görüp, yüksek bir derece-i nimet kazandığı halde, bazı ârızalarla, sıhhat ve âfiyet gibi bazı nimetlere lâyık olmadığı veya sû'-i ihtiyarıyla veya sû'-i istimaliyle elinden kaçırdığı veyahut eli yetişmediği için şekva etmek, sabırsızlık göstermek, aman ne yaptım böyle başıma geldi diye rububiyet-i İlahiyeyi tenkid etmek gibi bir halet; maddî hastalıktan daha musibetli, manevî bir hastalıktır. Kırılmış el ile döğüşmek gibi, şikayetiyle hastalığını ziyadeleştirir." (2) Hani tarla kimin ise, içindekiler de onundur ve başkasının sahip olması düşünülemez ya... Tarla sahibi, istediği gibi eker, ister nadasa bırakır; isterse hiç ekmez ya... Çünkü mülk sahibidir o, istediği gibi irade eder, mülkünde tasarruf eder.
Özetle; elbette bize sormadı yaratan ve sormasına gerek de yoktu. Çünkü o, nice şer zannettiklerimiz arkasında hayırlar saklayan, nice hayır gördüklerimizin arkasındaki şerlerden bizi uzak eyleyip koruyan; bize kaldıramayacağımızı YÜKLEMEDİĞİ gibi yükümüze göre de sabır ve tahammülü verendir. Sabredelim kardeşler! Ne bu dertler ebedi, ne de bu dünya baki! Elbet bir gün bitecek bütün bu dertler! Sabrın sonu, selamet; Allah, sabredenlerle beraberdir! Sabrın mükâfatı, inşaallah Rabbin rızası ve ebedi Cennettir! Selametle...
[Dipnotlar: (1) Sözler-s.472 / (2) Lem'alar-s.216]